Paylaş |
|
Tweet |
Kime ve niçin aşık oluruz? Aşık olunca niçin heyecanlanır, usumuzdan o şahsı istesek de neden silip atamayız?
Kime ve niçin aşık oluruz? Aşık olunca niçin heyecanlanır, usumuzdan o şahsı istesek de neden silip atamayız? Aşkla alakalı suratlarca sual var ve asırlardır insanoğlu bu suallerin cevaplarını arıyor. Pek çoğu henüz kesin olarak cevaplanmasa da, aşkın kimyası bilim dünyasının da araştırma mevzusu. Psikiyatri Uzmanı Dr. Aylin Aksoy, aşkın bilimsel hallerini ele aldı.
Aşkla alakalı ilk çağlardan bu yana uzayıp giden ve cevapları henüz bütün olarak bilinmez suratlarca sual var. Bilim dünyasının da alaka alanına giren ve üzerine pek çok araştırma yapılan aşk mevzusunda, bilimsel neticeler de elde edildi.
Psikiyatri Uzmanı Dr. Aylin Aksoy, aşık olduğumuzda beynimizde ve bedenimizde çok rakamda kimyevi maddenin hareketlendiğini, östrojen ve testosteronun ise seks dürtüsünün yaratıcısı olduğunu belirtiyor. Aşkın kimyası hakkında bilgiler veren Dr. Aylin Aksoy, aşk mevzusunda yapılan araştırmalardan yola çıkarak şunları söylüyor:
Aşık olan şahıslar; kalbin daha süratli çarpması, suratın kızarması ve ellerin terlemesi gibi tepkiler veriyor. Bu gidişattan bedende salgılanan dopamin, noradrenalin ve feniletilamin mesul. Dopamin yoğun mutluluk, yoksunluk ve bağımlılıkta ehemmiyetli rolü oynuyor. Madde ve bazı ilaç bağımlılıklarında da tesirli bir hormon. Noradrenalin adrenaline benziyor. Sanki ayakları yerden kesiyor ve kalp çarpıntısına neden olup coşku yaratıyor. Aynı zamanda dikkat, kısa süreli hafıza, hiperaktivite, uykusuzluk ve niyete müteveccih tavırdan mesul. Yüksek dopamin seviyeleri noradrenalin ile ilişkili.
Rutgers Üniversitesinden, aşk üzerine araştırmalar yapan antropolog Helen Fisher, bu iki hormonun beraber salgılanmasıyla sevinç, yoğun enerji, uykusuzluk, yoksunluk, iştah eksilmesi ve çoğalmış dikkate neden olduğunu ve aşık olunduğunda bedenin bu hormonlardan oluşan aşk iksirini salgılamaya başladığı belirtiyor. Helen Fisherin takımıyla beraber yaptığı bir fonksiyonel beyin görüntüleme çalışmasında, aşık olunan şahsın resmine bakıldığı anda yapılan çekimlerde, dopamin reseptöründen zengin beyin bölgelerinde kanlanma çoğalışının olduğu saptanıyor.
University College Londra dan tahlilcilerin yaptığı başka bir çalışmada, aşık olan insanların beyninde mutluluk hormonu olarak öğrenilen serotoninin eksildiği ortaya çıkmış. Bulunan düşük serotonin hormonu seviyelerinin, obsesif kompulsif tekerrür eden saplantılı tutum bozukluk hastalarında ortaya konan serotonin noksanlığı ile eş olduğu için şahıs, aşık olduğu insanı usundan çıkaramıyor.
Oksitosin ve vazopressin hormonlarının özellikle bağlanma ile ilişkili hormonlar. Dolayısıyla aşktaki bağlanmadan mesuller. University of California, San Francisco dan tahlilcilere göre oksitosin hormonu, öteki insanlarla sıhhatli ilişki kurmak ve sürdürebilmek için gerekiyor. Orgazm sırasında salgılanıyor ve duygusal bir bağın kurulmasını sağlıyor. Aynı zamanda doğum sırasında ve emzirme yarıyılında da salgılanıyor. Doğum eylemindeki kasılmalar oksitosin olmazsa başlamaz. Doğumla bebeği evvel anneden ayıran ancak doğumdan sonra tekerrür anneye bağlayan hormondur. Doğumlardan sonra tesadüfülen muhtemel bebek reddini ortadan kaldırır. Emzirme sırasında da süt kanallarının daha iyi kasılmasını ve bebeğin daha kolay emmesini sağlar.
Vazopressin erkeklerde sosyal tavırdan özellikle başka erkeklere gösterilen saldırganlıktan mesul. Ayrıca uzun süreli ve tek eşli ilişki ile ilişkili. Bu her iki hormonunun konsantrasyonu yoğun romantik bağlanmada, eşleşme sırasında ve seks yapıldığında yükseliyor. Vazopressin ve Oksitosin reseptörleri beyin kökünün muhtelif bölümlerini ufalıyor ki bu bölgeler, aşk ve anne sevgisiyle aktive olur. Dr. Fisher oksitosin ve vazopressinin, dopamin ve noradrenalin yolakları ile çatışması sebebiyle bağlanmanın çoğalmasıyla istekli aşkın söndüğünü belirtiyor.
Aşkın ömrü üzerinde uzun vakitten beri münakaşalar devam ediyor. Ancak öğrenilen reel şu ki, istekli aşk zaman içinde eksiliyor. Yapılan bilimsel araştırmalarda aşkın ömrünün 2-3 sene olduğu saptanmış. Aşk için zorunlu olan dopamin, noradrenalin ve feniletamin gitgide eksiliyor. Aşık olunan şahsın kusurları aniden görünmeye başlanıyor. Reelinde aşık olunan insan değişmiyor ancak aşık olan şahıs mana çerçevesinde değerlendirmeye başlıyor. Bu vaziyette iki alternatif çıkıyor şahsın karşısına; aşkınız bitiyor ya da sağlam bir ilişki haline dönüyor. Şayet ilişki devam ederse endorfinler devreye giriyor ve huzur, güven gibi duygular ilişkiye ilave ediliyor. Seksle birlikte oksitosinin salınması ile doyum ve bağlanma gerçekleşiyor.
Yapılan bilimsel araştırmalara göre reelinde şahıslar eşlerini de kendisine benzeyen şahıslardan seçiyor. İskoçyada Univercity of St.Andrewsda yapılan bir çalışmanın neticesine göre, eş tercihi ile alakalı yapılan testlerde şahısların, kendilerine gösterilen ve içinde suratların olduğu resimlerden, genellikle kendilerine benzeyenleri seçme meylinde olduğu saptanmış. Görünüşte olduğu gibi karakter tercihinde de kendi geçmişi -çoğunlukla aile ya da çocuklukta yakın olanlar- andırdıran şahıslar seçim ediliyor.
İlişki istendiği gibi gitmediğinde hayat kabusa dönebiliyor. Pek çok şahıs hayatının bir yarıyılında beğendiği şahıs tarafından yalanlanma gidişatıyla karşılaşabiliyor. Özellikle geçmişinde büyük kayıplar yaşamış şahıslar ayrılığa karşı daha duyarlı ve korunmasız olabiliyor. Bu gibi vaziyette genel olarak bireyde; umutsuzluk, hiddet gibi duygular oluşuyor. Yalnızlık fobisi, kötümserlik, hayatı yaşamaya değer bulmama, hayatın anlamsızlığı, düşünülüyor. Konuttan dışarı çıkmama, günlük hayatın topallaması gibi vaziyetlerle karşılaşılıyor. Derin bir acı yaşanıyor. Vefat düşünceleri, intihara meyle kadar giden bunalım görülebiliyor.
Erken yarıyılda aşkın dopaminle ilişkili olduğunu düşünüldüğünde, aşkın yalın bir duygudan öte bir şey olduğunu anlaşılıyor. Aşık olunan şahsın peşinden çekilmeye, yalnızca onu düşünmeye ve ona odaklanmaya iten güçlü bir güdü. Bugüne kadar aşk ismine yapılmış fotoğraf, tiyatro oyunu, terbiyeyi yapıtlara bakıldığında kolay bir duygudan öte tüm yaşamı peşinden çeken güçlü bir arzu olduğunu görülüyor. Evrimsel istikametinden düşünüldüğünde soy ve yaşam aralıksızını sağlayan itici bir kuvvet olduğu düşünülüyor. Natürel bu kadar güçlü bir itici kuvvetin karşısında durmak akıntıya tek dalla karşı gelmeye benziyor.